• BIST 9577.46
    • Altın 2820.34
    • Dolar 34.0022
    • Euro 37.839

      Kudüs Simidi ve Meryem

      Refik Tuzcuoğlu

      Kudüs Simidi ustası olan babasının işgalci İsrail bombardımanında şehadetinin üzerinden henüz 10 gün geçmemişti. Babası fırıncı Ammar Ahmet, patlamanın şiddetiyle çöken binanın altında kalarak feci bir şekilde can verip şehadete ermişti. Babasını kaybettiği o ilk saldırıdan sonra Gazze’nin her köşesi artık bir can pazarına dönmüştü.

      Küçücük yüreği ızdırap doluydu. İşgalcilere karşı öfkesi büyüktü. Doğduğunda ona Ömer ismini vermişti babası. Filistinde en çok konulan isimlerden biriydi ve henüz 8 yaşındaydı. Annesi ve 5 yaşındaki kız kardeşi Meryem ile yapayalnız kalmışlardı. 

      Vaktiyle babası arada bir onu fırıncı dükkanına götürürdü. Hamurla oynamayı çok severdi. Babasının hamurları ustalıkla elinde çevirmesini hayranlıkla izlerdi. Bir gün babası gibi Kudüs Simidi ustası olmayı hayal ederdi.

      Dehşetli saldırıdan bir gün önce yine babasıyla birlikte gitmişti.

      Yol üstündeki küçük meydanda hatırı sayılır bir kalabalık hararetli bir tartışmaya tutuşmuştu. Bir grup; “Şimdi bunlarla nasıl baş edeceğiz” diye söylenirken, diğer grup ise; “Kızıl düve kehaneti için Fısıh Bayramı’nda harekete geçeceklerdi. Ardından Süleyman Mabedi’nin yapımı için Mescid-i Aksa’nın yıkımını başlatıp Gazze’ye büyük bir saldırı yapacaklardı. Sessizce sonumuzu beklese miydik, burası Okçular Tepesi terkedemeyiz” diye cevap veriyordu. Babası Ammar Ustanın; “Siyonist İsrail’e güven olmaz, Allah muinimiz olsun” diye kendi kendine söylendiğini hatırladı. İşte olanca vahşet o günden sonra başlamıştı.

      Küçücük omuzlarına büyük bir yük bindiğini hissetti. 5 yaşındaki kız kardeşi Meryem ile gözü yaşlı annesini korumak ona kalmıştı.  “Bana bir şey olursa evin erkeği sensin” derdi babası.

      Elini küçük Filistin Sapanı’na götürdü hemencecik. Üzerlerine gelecek saldırılara bununla karşı koyabilir ve nazlı Meryem’i koruyabilir miydi? Mahalledeki genç Filistinliler ona sapanı nasıl kullanacağını öğretmişler bir tane de yapıverip eline tutuşturmuşlardı. Zayıf, çelimsiz parmaklarıyla ilk denemelerde başaramamıştı ama genç delikanlılar sürekli çalışması için motive etmişlerdi. Bir de Enfâl Suresi’nden bir ayeti ezberlettiler. Sapanı çekmeden önce bu ayeti okumasını öğütlediler:

      “Ve Mâ Rameyte iz Rameyte ve Lakinnallâhe Ramâ - Attığınız zaman siz atmadınız, fakat Allah attı”.

      O günden sonra Filistin Sapanı’nı boynunda bir kolye gibi taşıyordu. Sapana çok anlam yüklemişti. Davut Peygamber henüz çiçeği burnunda bir genç iken, dev gibi cüsseli Gatlı (Golyatlı) Savaşçı Calût’u tek bir sapan taşıyla devirmişti.

      Sonra koskoca İslam Dünyası ne güne dururdu. Muhakkak bir destek eli uzanırdı. Bu siyonist zulme dur diyen bir Selahattin çıkardı elbet. Filistin’in bulunduğu coğrafya İslam ülkeleriyle çevriliydi. Petrol zengini komşu Arap ülkeleriyle aynı din ve aynı kavimden değiller miydi?

      Arap Birliği’nin toplandığı konuşuluyordu. Gazze’de umut rüzgarlarının esmesini sağlamıştı bu haber. Zira bu orantısız vahşet ve katliam dayanılacak gibi değildi. Ne var ki, bu umut havası çok uzun sürmedi. Siyonist Netanyahu’nun Arap liderlere; “çıkarlarınızı korumak istiyorsanız kesin sesinizi” demesiyle bir anda hepsi suspus olup sessizliğe gömüldü. Dünyanın ma’şerî vicdanı da bu sırtlan vahşetine karşı suskundu. Siyonist İsrail yönetimi tüm dünyanın iradesini esir almıştı.

      Bir yandan da açlık baş göstermişti. Su bulunamıyordu. Annesi evden ayrılmamalarını söyleyerek yiyecek bulmaya gidiyordu sıkça. “Kardeşini yalnız bırakma” diye tenbih ediyordu. “Dışarıya çıkmak zorunda olursanız sakın kardeşinin elini bırakma” diye ısrarla vurgulardı. Boğazlarından sıcak bir lokma geçmeyeli uzun bir zaman olmuştu. Babasının yapmış olduğu o Kudüs Simitleri yok muydu?… Ah şimdi olacaktı! Buram buram kokan dikdörtgen biçimli Kudüs Simidi’ni Meryem ne de çok severdi. Ne çare ki şimdi bunları hayal edecek vakit değildi. Meryem’e açlığını unutturmak zorundaydı.  Üzerinde kırmızı ay yıldız amblemi olan bir koli ile geldiği olurdu annesinin. Ancak onların da gelmesi gittikçe zorlaşmıştı. Siyonist İsrail yardımların ulaşmasını engelliyordu.

      Yine birgün annesi gıda bulmak için çıkmıştı. Etrafta bombalar patlıyor, makinalı tarrakaları bir türlü susmuyor, ardı arkası kesilmeyen patlamaların çıkardığı dehşetli seslerin oluşturduğu basınç binaları sarsıyordu. Korkudan titreyerek ağlayan Meryem’i susturmak için ona sarılıyordu. Saatler geçmiş ama anneleri henüz gelmemişti. Başına bir şey gelmiş olabilirdi. Çaresizlikle evden çıkma ihtiyacını hissetti. Meryem’in elinden sıkıca tutarak caddeye doğru birlikte indiler. Annesini arayacaktı. Yardımların yapıldığı istikameti tahmin edebiliyordu. Oraya doğru adımlamaya başladı. Uzaktan boğuk, homurtulu motor gürültüsü işitiliyordu. Tok bir sesten sonra büyük bir patlama yaşandı. Şok dalgasının ardından toz toprak bulutunun içinde kalmışlardı. Kulağındaki şiddetli zonklama acı veriyordu. Yanık bir barut kokusu nefesini yaktı, yerdeydiler. Yere doğru savrulduklarını anladı. Meryem’e baktı hemen, yanındaydı. Elini bırakmamıştı işte, söz vermişti annesine ‘Meryem’in elini bırakmayacağım’ diye. Uzun saçları, yüzü, her tarafı tozla kaplanmıştı Meryem’in. Göz göze geldiler. Elâ gözleriyle boncuk boncuk bakıyordu kendisine. Kirpikleri bir kaç kez açılıp kapandı Meryem’in. Sonra bakışları dondu. Hemen ayağa kalkıp onu kucaklamak istedi. Ancak hareket edemiyordu. Damarlarından kan çekilmiş, vücudunda derman kalmamış gibiydi. Başını yerden kaldıramıyordu. Meryem’e doğru odaklanmış gözlerinden iki damla yaş süzüldü toza toprağa bulanmış yanağına doğru. Bu esnada kafası poşulu bir mücahidin tanka doğru bir hamle içinde olduğunu farketti. Homurtularla gelen zırhlı büyük bir patlama ile havaya uçtu. Meryem’i sıkıca tutan elinin yavaş yavaş gevşediğini hissediyordu. Anne ve babasının uzaklardan kendisine doğru sevgi dolu bir şekilde yaklaştıklarını gördü. Meryem de yanlarındaydı. Nefesini yakan barut kokusu kaybolmuş yerini muhteşem bir rayihaya bırakmıştı. Uhud’da Okçular Tepesi’ni terketmeyen Abdullah b.Cübeyr’in son nefesinde hissedip müjdesini verdiği cennet kokusu bu olmalıydı.

      Duyduğu son söz, zırhlıyı patlatan mücahidin haykırışı oldu; “Allahü ekber! Allahü ekber!”

      Bu yazı toplam 191 defa okunmuştur.
      • Yorumlar 0
      Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
      Yazarın Diğer Yazıları
      Tüm Hakları Saklıdır © 2010 Kayseri News | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
      Tel : 0000 000 00 00